ERCAN ARSLAN

image

Bu hafta medya derneği olarak Ercan Arslan’la tanışıp fotoğrafçılık ve muhabirlik adına keyifli bir sohbette bulunduk.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nden mezun olmuştur. Milliyet Gazetesi’nde foto muhabiri olarak görev yapmakta. MSGÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü ve YTÜ Fotoğraf ve Video Bölümü’nde basın fotoğrafları dersleri vermektedir.
1995’ten beri aktif olarak fotoğrafçılıkla uğraştığını işini tutku ve özveriyle yaptığını, dünyanın bir yerinde olan olaylar ile ilgili birilerini bilgilendirmenin büyük bir keyif verdiğini belirten “Arslan” işe başladığı ilk dönemlerde fotoğraf çekme tutkusunu engelleyemediği için halen görev almakta olduğu “Milliyet” gazetes’i tarafından, nefsini müdafaa için hacca gönderilmiş ve döndüğünde daha nitelikli fotoğraflar çekmeye başladığını ifade etmiştir. Fotoğraf’ın evrensel olduğunu yıllar sonra bile etki ve kalıcılığının devam edeceğini söyleyen “Arslan” gazetelerde yazıyı okutanın da fotoğraf olduğunun altını kalın çizgilerle çizerek bu yüzden iyi bir editör’ün fotoğrafa göre sayfasını düzenlemesi gerektiğini dile getiriyor. “Bir köpeğin insanı ısırması değil, insanın köpeği ısırması” haber niteliği taşır. Fotoğraflarınızdaki farklılıkla farkındalık yaratabilirsiniz. Haber muhabirliğinde önemli olanın teknik değil; İyi bir komposizyon,iyi bir içerik, tek fotoğrafla bütün olayı anlatmak, fotoğrafın 5N 1K kuralını taşıması gerektiğini söyleyen “Arslan” bu işi yaparken karşılıklı etiksel davranışlar içerisinde bulunulması gerektiğini, haberi yapılan kişilerin özel hayatlarına, kişiliklerine ve toplumsal hassasiyetlere saygı duyulması gerektiğini ancak; Aynı özveri ve saygının orada olmayan insanların temsilcileri olan muhabirlere de gösterilmesi gerektiğini, olay yerinden uzaklaştırma, püskürtme gibi davranışların muhabirlerin şahısları adına değil, 75 milyon adına yapılmış bir saygısızlık olarak görmektedir.

Karikatür ve Tarihi

Merhaba arkadaşlar bir süredir blogumla ilgilenemedim. Venüs ve jüpiterin başak burcunda yükselmesini bekliyordum, neyse ki daha da geç olmadan zirvedeki yerlerini aldılar. Şaka tabii :))
Geçtiğimiz haftalarda günümüzün önemli ve sevilen karikatüristlerinden “Salih Memecan”la tanışıp, keyifli bir sohbette dahil olma fırsatı yakaladık. Bilgi ve deneyimleriyle, bizlere hedeflere ulaşmada ki önemli ayrıntılardan bahsederken; hayatımızda dezavantaj olarak nitelidiğimiz durum ve özelliklerimizi nasıl avantaja çevirebileceğimiz hakkında bilgileride, kendi hayatından örneklerle bizlere aktardı. Sonrasında “Bizimcity” ve “Sizinkiler” dergisinin hazırlandığı,”Mart Ajans”ı ziyaret ederek, Zeytin ve Limon karekterini de yakından tanıdık. Sosyal sorumluk projelerinde, gazete, kitap ve çizgi filmlerde yer alan karikatürlerin çizilmeye başlamadan önce gündem takibinden, yayınlanma sonrası okuyucu tepki analizine kadar olan süreci ajansda çalışan arkadaşlardan ve kendisinden dinledik. Kendisine tekrar, İlgi ve alakasından dolayı teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Kabiliyet,zeka ve farkındalık birliğinden doğan karikatür tarihinin dönemlerini de anlamada önemli bir yeri olduğunu düşünerekten, bugün sizler için karikatür tarihi ile ilgili derlemeler yapıp dönemin sosyal yapıları hakkında bilgilendirmek istedim umarım sizlerinde ilgisini çeker. Sınıfsal ayrımların ne denli uçlarda olduğunu göz ardı edip. Ben yine en çok 19 yy sanatçılarının estetik anlaşından etkilendim.
Ancak araştırma sırasında, Türk karikatüristleri< (sanırım ırkçı bi söylem oldu:))> ile ilgili çok az bilgi ve karikatür örneği olduğunuda farkettim. Bunun sebebi olaraktan da; Ya, sanat tarihimizi, günümüze taşıma ve aktarmada toplum olarak sorunlar yaşıyoruz veya birileri ısrarla tarihimizi kilitli kasalarında saklamaya devam ediyor. Açıkcası; Murat bardakçı’dan şüpheleniyorum :)))

image

17-18. YY ÖNCESİNDE KARİKATÜR

“Karikatürün tarihi Paleolitik, Mezolitik ve Neolitik dönemlere dayanmaktadır. Mağara resimleri, karikatürünün gelişmesinde önemli birer yaratım kaynağı olmuşlardır” (Topuz 1997:16).

Mısır’da, Romalılarda, Çin ve Hitit uygarlıklarında karikatüre rastlanmaktadır. Rönesans hareketi karikatürü de etkilemiş ve gerçek anlamda karikatür, gelişip yayılmaya başlamıştır.Pek çok usta ressamın, insanların çirkinliklerini, kötülüklerini, zayıflıklarını, hayattaki zıtlık ve çelişkileri anlatan resim ve desen çalışmaları da yaptıkları görülmüştür. Bazı ressamlar ise, soyluları eğlendirmek amacıyla alt sınıfın komik, abartılı resimlerini yapmışlardır.

image

image

 

image

17-18 YY SONRASINDA KARİKATÜR
Karikatür, 17. ve 18. yüzyılda, İtalya’da gelişmiş ve yaygınlık kazanmıştır. İngiliz William Ho­garth (1723-1762) çarpıtılmış insan görüntüleriyle yetin­mek yerine, davranışlardaki çelişkileri orta­ya koyacak konulu oymabaskılar üreterek dünyada karikatü­rün öncüsü oldu. Hogarth’dan sonra por­tre karikatürüyle konulu karikatür bir arada yürüdü ve gittikçe daha yoğun bir biçimde toplumsal ve siyasal yergi aracı olarak kullanılmaya başlandı.

image

image

image

19.yy’da karikatür
Karikatürün en büyük gelişmesi 19. yüzyıl­da Fransa’da yaşandı.19.yy karikatür için en önemli zaman aralığıdır. Önceleri kalem kâğıt değil tahta oymacılığı gibi sanatların üstünde yükselen karikatür bu yüzyılda özellikle litografyanın icadı ve yağlı boya ve sulu boyanın tablolarda altın çağını yaşaması sebebi ile Fransa, Almanya ve İngiltere’de çok önemli karikatüristler yetişmiştir. Napoléon döneminde karikatürün neredeyse bir tutkuya dönüşmesi ayrı bir Fransız okulunun oluşmasına yol açtı. Fransa’da, Charles Philipon’un “La Caricature” adlı mizah dergisini çıkartması (1830) ise en önemli gelişmelerden biridir.karikatür­lerde toplumsal yergiye yönelildi.Ve karika­türcüler Fransız Devrimi’yle yönetimi eline geçiren burjuva sınıfını alaya aldılar.19. yüzyılın ortalarına doğru Fransa dışında bir çok ülkede de karikatüre yer veren mizah dergileri ve ünlü karikatür çizerleri ortaya çıkmaya başladı:

image

image

image

image

image

image

image

image

image

20. yy’da karikatür
20. yüzyılda karikatür önemli değişikliklere uğradı. Bir yandan karikatür sanatı dünyanın her yerinde gazetelerin, dergilerin ayrılmaz parçası durumuna gelirken, bir yandan da mizah dergileri yaşamlarını sürdürmekte zorluk çeker duruma düştü. Karikatür daha çok gazetelerin ve magazin dergileri­nin isteklerini karşılayacak biçimler aldı.

Karikatür bu yüzyılda dışavurumculuk, gerçeküstücülük ve kübizm gibi akımların etkisinde kalmış, karikatürün dili sadeleştirilip, desenler çarpıtılarak yazısız karikatüre geçilmiştir.

image

image

image

image

image

image

imageimage

image

image

image

Büyük Edebiyatçıların Büyük Acıları

Her ölüm acıdır lakin, hayatta evlat kaybından daha büyük bir acı var mıdır? Bu acının katlanılmaz ağırlığını taşıyan anne-baba ince ruhlu, hassas mizaçlı edebiyatçıysa; hayatını etkilemenin dışında, can yakan acı onların eserlerinde kendini belirgin bir şekilde hissettirmektedir. Oğullarını kaybeden; Abdülhak Hamit, Recaizade Mahmut Ekrem, Halid Ziya Uşaklıgil, Peyami Safa, Samih Rıfat, Halit Fahri Ozansoy, Reşat Nuri Güntekin, Ümit Yaşar Oğuzcan yaşama tutunabildiler mi? Edebiyatçılar oğullarının ölümü ardından neler yaptılar?

Yıl 1899
Yer İstanbul Büyükada.
Karanfil Sokağı’nda iki odalı bir sayfiye evi.
Recaizade Mahmut Ekrem, eşi Güzide Hanım ile birlikte matemini sessizce burada yaşadı.
Önceleri cemiyet hayatından hoşlanan yazar, artık kimseleri görmek istemiyordu. Aksi türde yaşamın 14 yaşında ölen oğlu Nijad’ın anısına haksızlık olacağını düşünüyordu. İstisnasız her gün ağlıyordu.

Üç oğulları olmuştu: Emced, Nijad ve Ercüment.
Oğlu Emced bakıcısının dikkatsizliği sonucu 1,5 yaşında yatağa mahkum olmuş; 20 yıllık yaşamı boyunca hiç konuşamadan vefat etmişti.
Oğlu Nijad evin neşe kaynağıydı. Hareketli ve hep güler yüzlüydü. Edebiyata meraklıydı. Çok iyi resim yapıyordu.
Recaizade Mahmut Ekrem, oğlu Nijad’a tutkundu. Ona ayrı bir sevgisi vardı. Kuşkusuz oğlu Ercüment Ekrem’i de seviyordu ama Nijad’ın yeri bambaşkaydı.
Ve Nijad yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayıp ölünce Recaizade Mahmut Ekrem yıkıldı; bir türlü toparlanamadı ve Büyükada’ya sığındı…

Evlat acısı çeken
tek o değildi

Büyükada’da evlat acısı çeken sadece Recaizade Mahmut Ekrem değildi.
Halid Ziya Uşaklıgil de oğlu Sadun’u erken yaşta toprağa vermişti.
Edebiyatımızın bu usta iki kalemi o yıllar Büyükada’da birbirlerine kenetlenip acılarını dindirmeye çalıştılar.

Ancak Halit Ziya Uşaklıgil’in evlat acısı hiç bitmeyecekti. Bir süre Atatürk’ün yanında da çalışmış diplomat oğlu Vedat Uşaklıgil, Arnavutluk/ Tiran Büyükelçiliği’nde görev yaparken bunalıma girip intihar edecekti.
Bu intihar artık Halit Ziya Uşaklıgil için yıkım olacaktı. Çünkü, daha önce ki yıllarda iki amcası Uşakızade Yusuf ve Uşakızade Süleyman Tevfik de intihar etmişlerdi.
Bu kadar acıyı taşıması zordu; oğlu Vedat’ın öldüğü yıl, oğlunun intiharını “Bir Acı Hikaye” adlı eserinde yazdı. Kitap bittikten sonra da yaşama gözlerini kapadı. Kim bilebilir belki de ruhundaki fırtınaları ancak böyle dindirebildi…

Recaizade Mahmut Ekrem ile Halit Ziya Uşaklıgil’in Büyükada’da yaşadıkları acı dolu günleri Ercüment Ekrem Talu şöyle yazdı:
“(Büyükada’daki) matemhanemize devam etme fedakarlığını ve vefakarlığını bir kişi gösterdi; o da Halit Ziya idi. Hafızam beni aldatmıyorsa o da, o yıl bir evladını toprağa vermişti. O da tesellisini Ada’nın sükunetinde araya gelmişti.(…) Babam, Nijad’ını kaybettiği gün şuurunu da birlikte kaybetmekten ancak Halit Ziya ile Tevfik Fikret’in müşterek gayretleri ile masun kaldı.”

Konu konuyu açıyor…
Şair Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’un hikayesini biliyorsunuzdur; 18 yaşında yurt dışında okumaya gitti ve din değiştirdi. O kadar çok tepki aldı ki, bir daha ne babasının cenazesine, ne mezarına ne de yurduna gelebildi. Bu nedenle bu üç dost arasında Tevfik Fikret de evlat acısı çeken babalardan biri oldu.

Evet, konu konuyu açıyor…
Recaizade Mahmut Ekrem’in o acılı günlerinde, kendisine destek veren Halit Ziya Uşaklıgil ve Tevfik Fikret ile birlikte bir yakın dostu daha vardı; Şair İsmail Safa.
İsmail Safa aynı zamanda Nijad ve Ercüment’in yazı hocasıydı; ikisini de oğlu gibi seviyordu.
Nijad’ın ölümünden bir yıl önce bir oğlu dünyaya gelmişti. İsmini Tevfik Fikret koymuştu: Peyami Safa.
İsmail Safa sürgünde vefat ettiğinde Peyami Safa iki yaşındaydı. Babasının arkadaşlarının yardımlarıyla büyüyen Peyami Safa, yıllar sonra oğul acısı yaşayacaktı.
Biricik oğlu 22 yaşındaki Merve Safa, askerliğini yaparken rahatsızlanıp vefat edince Peyami Safa bu acıya fazla dayanamadı.
Merve ve Safa; Mekke’deki iki kutsal tepenin adıydı; Peyami Safa “kutsalını” kaybetmişti. Oğlunun ölümünden 3,5 ay sonra hayata veda etti…

Oğlunun öldüğünü
dört ay sonra öğrendi

Recaizade Mahmut Ekrem, Nijad’ın acısını dindirmek için o yıllar hep yürüyüşlere çıktı. Oğlu Ercüment Ekrem Talu anlatıyor:
“Ağabeyim Nijad’ın ölümünden biraz sonra idi. Matemini unutmak değil fakat avunmak için babam ekseriya beni yanına alır, beraber kırlara uzanırdık. Bu gezintiler sessizce geçerdi. (Babam) hiç ağzını açmaz, kendisini bir gölge gibi bir iki adım geriden takip eden bana kat’i bir lüzum duymadıkça hitap etmezdi.
(Birgün) babam bitab gözlerinin eksik etmediği Nijad’ın hayaliyle meşgul, her zamanki gibi önde gidiyordu. Arkamızdan gelen bir fayton araba bize yetişti. O anda arabadan inip de bize doğru gelen birisini görünce durduk. Bu, çok zarif giyinmiş, sivrice sakallı, gözünde tek gözlük taşıyan, orta boylu bir zattı. Bize yakın gelince gözlüğü gözünden düştü, titreyen elleri babama doğru uzandı. Kucaklaştılar. Babam ağlamaya başladı. Hıçkırıklar arasında, ‘Hamit’ diyordu; ‘Hamit perişan oldum, Nijad’ım, Nijad’ım elden gitti…”

Şair-i Azam Abdülhak Hamit nereden bilebilirdi aynı acıyı birkaç yıl sonra kendisinin de yaşayacağını…
Tek oğluydu Abdülhak Hüseyin; ABD’de maslahatgüzardı. Öldüğünü Abdülhak Hamit’ten dört ay gizlediler. Çevresi, haberi öğrenince “inme gelmesin” diye Şair-i Azam’a alıştırarak söylemeyi tercih etmişti. “Abdülhak Hüseyin amansız bir hastalıkla mücadele ediyor” demişlerdi sürekli.
Abdülhak Hamit için oğlunun ölümü yanında, yıllardır görev yaptığı devletinin biricik evladına sahip çıkmamasını hayatı boyunca affetmedi. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın ABD ile ilişkileri gerginleşince, Babıali, maslahatgüzar Abdülhak Hüseyin’e elçiliği kapatılarak yurda dön çağrısı yaptı. Ancak Abdülhak Hüseyin hastaydı; dönemedi. Hastalığına inanılmadı ve maaşı kesildi. Osmanlı Devleti ancak diplomatı ölünce olayın doğruluğundan emin oldu!
Abdülhak Hüseyin’i umursamayan devlet, kızlarına da sahip çıkmadı. Yvonne Hindiye ile Cynthia Sindiye’nin torunları bugün İngiltere’de ne yapmaktadır acaba? Savaşlar sadece devletleri yok etmiyor; aileleri de işte böyle paramparça ediyordu…

Namık Kemal’in torunu
tabancayla canına kıydı

Recaizade Mahmut Ekrem o kederli günlerinde arkadaşı Abdülhak Hamit’in yanında olamadı; çünkü vefat etmişti. Ercüment Ekrem Talu anlatıyor:
“Ölümünün yıldönümüne rastlayan soğuk bir günde rahmetli anacağımla beraber, babamın Küçüksu’daki mezarını ziyarete gitmiştik. Abdülhak Hamid Bey’i orada bulduk. Bizden önce gelmiş, taşının üstüne oturmuş, sessiz sessiz ağlıyordu. Bu türlü dostluk şimdi nerede var? Ve ben bunu nasıl unutabilirim?”

Recaizade Mahmut Ekrem vefat etmeden önce oğlu Nijad’ı satırlara döktü. Ortaya Türk edebiyatının bu en güzel mersiyeleri çıktı; bunlar “Nijad Ekrem” adlı iki ciltlik kitapta toplandı.
Ne acıdır:
Nijad doğduğunda Reciazade Mahmut Ekrem, üstadı Namık Kemal’den oğlu için bir kıt’a yazmasını rica etti. Kendisi de aynı yıl doğan Namık Kemal’in torunu Muvaffak (Menemencioğlu) için yazacaktı.
Namık Kemal ile Recaizade Ekrem birbirini o kadar seviyorlardı ki, Namık Kemal doğan oğluna “Ekrem” adını verdi.
Ama… Ölüm evlerinden hiç eksik olmuyordu sanki: Ekrem’in oğlu (adını Namık Kemal’in büyük eserinden almıştı-) Cezmi, müzik öğretmeninin aşkına karşılık bulamayıp tabancayla canına kıydı.
Uzatmayayım:
Recaizade Mahmut Ekrem yaşamının son döneminde tüm sevgisini, 1909’da doğan torunu Muvakkar’a (Çiğdem Talu ile Umur Talu’nun babasıdır-) verdi.
1914’te vefat etti ve vasiyeti gereği oğlu Nijad’ın mezarına defnedildi.
Sonunda yıllardır yasını tuttuğu oğluna kavuşmuştu…

Yarın Bayram ve ne yazık ki Cebrail her zaman elinde bir kurbanla gelip, İsmail’i kurtarmıyor…

AH NİJAT

Hasret beni cayır cayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor.
Hayalin çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor.

Dağda kırda rast getirsem bir dere
Gözyaşlarımı akıtarak çağlarım.
Yollarda ki ufak ufak izlere
Yenin sanıp bakar bakar ağlarım.

Güneş güler, kuşlar uçar havada
Uyanırlar nazlı nazlı çiçekler…
Yalnız mısın o karanlık yuvada?
Yok mu seni bir kayırır bir bekler?..

Can isterken hasret oduyla yansın
Varlık beni âlil âlil sürüyor
Bu kayguya yürek nasıl dayansın?
Bedenciğin topraklarda çürüyor!

Bu ayrılık bana yaman geldi pek,
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.
Ya gel bana, ya oraya beni çek
Gözüm nûru, oğulcuğum, Nijat’ım!
(Recaizade Mahmut Ekrem)

Galata Kulesi’nden
atlayan şair oğlu: VEDAT

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın babası Lütfü Oğuzcan da şairdi.
Oğluna şiir yazmıştı:
“Bak dünya ne güzel, bu sitem niye,
Ettim ben adımı sana hediye.
Mutluyum ey oğul babanım diye,
Çarptırma hicvinle cezaya beni.”

Baba Lütfü Oğuzcan’ın oğluna sitem etmesinin nedeni, Ümit Yaşar’ın sık sık intihara kalkışmasıydı.
Söylenenlere göre Ümit Yaşar 24 kez intihara teşebbüs etmişti! Ve ne yazık ki bu ruh hali nedeniyle evde huzur kalmamıştı.
Bir gün…
17 yaşındaki oğlu Vedat Oğuzcan, Galata Kulesi’ne çıktı ve kendini aşağıya bıraktı.
Rivayet odur ki, cansız bedeni yerde yatarken avucundaki kağıtta bir not yazılıydı: “Baba intihar öyle edilmez böyle edilir!”

Reşat Nuri Güntekin
tövbe etti

Evlat acısına kim dayanabilir?
Reşat Nuri Güntekin oğlu Aksel öldüğünde bir daha çocuk yapmayacağına tövbe etti. Çünkü bir daha böyle bir acıya dayanamayacağını düşündü.
Ancak hayat güçlü geldi ve edilen tövbelere rağmen birkaç yıl sonra kızları Ela dünyaya geldi. Ve Aksel’in acısı biraz olsun son buldu…
Oğlu Şaman’ı kaybeden Mustafa Şekip Tunç, oğlu Yaman’ı kaybeden Ekrem Şerif Egeli, oğlu Engin’i kaybeden İhsan Kongar, oğlu Sinan’ı kaybeden Adnan Cemgil, Mustafa’yı kaybeden Mina Urgan bu ağır savaşta ayakta durmayı zor da olsa başarabildiler.

Fakat oğul acısını hiç atlatamayan edebiyatçı babalar da vardı. Halit Fahri Ozansoy bunlardan biriydi.
Kendisi gibi gazeteci-yazar olan oğlu Gavsi Ozansoy ile pek geçinemiyorlardı. Gavsi, sürekli dergiler çıkarıp batırıyordu. Babası gibi titiz ve düzenli değildi. Kişilik olarak çok farklıydılar.
Bir gün…
Yine bir tartışma sırasında sinirlerine hakim olamayan Halit Fahri Ozansoy oğlu Gavsi’ye “seni evlatlıktan reddediyorum” dedi.
Gavsi Ozansoy kapıyı vurup çıktı. Ve birkaç ay sonra Gavsi vefat etti.
Halit Fahri Ozansoy şoke oldu.
Oğlunun ölümünden kısa bir süre sonra evinde başını masaya koymuş halde buldular; ölmüştü…

OĞLUMA AĞIT

Güneş doğar, gözüm görmez
Zaman ağlar, Vedat diye.
Gözlerine uyku girmez
Anan ağlar Vedat diye.

Çiçek açar, kuşlar öter
Yüreğimde diken biter
Kokusu burnumda tüter
Bu can ağlar Vedat diye.

Senin yerin mezar değil
Bu dert kalbe sığar değil
Oğul! Yalnız dostlar değil
Düşman ağlar Vedat diye.

Tek elmamın yarısıydın,
O canına nasıl kıydın,
Genceciktin, akıllıydın,
Duyan ağlar Vedat diye.

Uçup gittin bir kuş gibi,
Beyninden vurulmuş gibi,
Bir felaket olmuş gibi,
Cihan ağlar Vedat diye.

Canım ciğerimden taşar,
Ayağım ardından koşar,
Sensiz Ümit nasıl yaşar,
Her an ağlar Vedat diye.

Kader bana attı pençe,
Dünyam oldu paramparça,
Düşündükçe varoldukça
Baban ağlar Vedat diye

(Ümit Yaşar Oğuzcan)

GALATA KULESİ

6 Haziran 1973,
pırıl pırıl bir yaz günüydü,
aydınlıktı, güzeldi dünya,
bir adam düştü o gün galata kulesinden.
kendini bir anda bıraktı boşluğa;
ömrünün baharında,
bütün umutlarıyla birlikte
paramparça oldu.
bir adam düştü galata kulesinden;
bu adam benim oğlumdu
gencecikti Vedat,
ışıl ışıldı gözleri, içi,
bütün insanlar için sevgiyle doluydu
çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
kendini bir anda bıraktı boşluğa,
söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
zaman durdu.
bir adam düştü galata kulesinden
bu adam benim oğlumdu;
açarken ufkunda güller alevden,
çıktı, her günkü gibi gülerek evden,
kimseye belli etmedi içindeki yangını
yürüdü, kendinden emin
sonsuzluğa doğru.
galata kulesinde bekliyordu ecel,
bir fincan kahve, bir kadeh konyak,
ölüm yolcusunun son arzusuydu bu,
bir adam düştü galata kulesinden;
bu adam benim oğlumdu.
küçücüktü bir zaman,
kucağıma alır ninniler söylerdim ona,
uyu oğlum, uyu oğlum, ninni.
bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat.
6 Haziran 1973
galata kulesinden bir adam attı kendini;
bu nankör insanlara
bu kalleş dünyaya inat,
şimdi yine bir ninni söylüyorum ona,
uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.

(Ümit Yaşar Oğuzcan)

Bir genç yetenek:
HATİF

Samih Rıfat’ı tanıtmak için ne yazmalıyım:
Şair, yazar, gazeteci, vali, milletvekili, müzisyen, Türk Dil Kurumu ilk başkanı, Güneş Dil Teorisi’ni yaratan tarihçilerden vs.
Samih Rıfat ilk eşinden iki çocuğu oldu; Hatif ve Zeynep.
Eşi Saliha Hanım’ı genç yaşında kaybedince, Nazım Hikmet’in teyzesi Münevver ile ikinci evliliğini yaptı. Şair Oktay Rıfat bu evlilikten doğdu.
Oktay Rıfat doğduğunda ağabeyi Hatif 16 yaşındaydı.

Samih Rıfat, -deyim yerindeyse- ilk oğlu Hatif’in üzerine titriyordu.
Hatif de babasına benziyordu; babası gibi küçük yaşından itibaren müzik aletlerine ilgisi vardı. Çok iyi tambur çalıyordu.
Samih Rıfat oğlunu dönemin en iyi okullarında okuttu; Musevi Alyans Mektebi’ne verdi. Ardından Viyana’ya gönderdi.
Oğlu yurt dışında iken Samih Rıfat işgal yıllarında “Hatif” adıyla Sabah Gazetesi’ne makaleler yazdı.
Hatif yurt dışındaki eğitiminin ardından ülkeye döndü.
Tambur aşkı her geçen yıl büyüdü. Tamburi Cemil Bey’in öğrencisi oldu.
Amcası (İstiklal Marşı’nın ilk bestecisi) Ali Rıfat Çağatay’ın konserlerinde tanburi olarak yer aldı.
Çalışma hayatına adım atacağı sırada verem oldu. Kurtarılamadı.
Bu acı olay sonucunda babası Samih Rıfat ve amcası Ali Rıfat bir daha ellerine tambur almadılar…

ONUN SAZI

Samih Rıfat 29 yaşında vefat eden oğlu Hatif için “Onun Sazı” şiirini yazdı:

Bir dere boyunda yüksecik bir çam
Kol atmış bir yıkık damın üstüne.
Dertli bir anacık, çıkar bir akşam
Diker gözlerini çamın üstüne.
Oturur kıyıda düşünür ağlar
Dal budak seçilmez bir âna kadar,
Tarlası kuraktır, bahçesi kıraç
Bırakıp gidemez fakat kalan aç
Şehit oğlu mudur bu öksüz ağaç
Demiş yurt kurtulsun kimsesiz ana
Bir tek yavrusunu vermiş vatana.
Oğlunun diktiği fidan bir dalmış
Büyümüş yeşermiş dal budak salmış
Sazı bir dalında asılı kalmış.
Kırık tellerine vurdukça rüzgâr
Saz ağlar, zavallı anacık ağlar.

Soner Yalçın

Jee young lee

Tasarımcı ve fotoğrafçı kişiliği ile geleneksel fotoğraf alanının sınırlarını aşıp sanata yeni bir bakış açısı getiren koreli sanatçı Jee Young Lee sanat dünyasının yükselen ve umut vaat eden sanatçılarından biri oldu. Hiç bir manipülasyon olmadan 3.6 x 4.1 x 2.4 metrelik bir stüdyoda; kendi deneyimlerinden, hayallerinden, kore masalları ve Shakespeare den esinlenerek yarattığı; yoğun görselliği olan, dramatik, hayal ve kurguyu gerçeğe dönüştüren bu set tasarımları; büyük bir ilgi görürken,bir çok sanat ödülünede laık bulundu. Plastik, boya, tel, kağıt, sis, ışık ve parçaları monte etmek için kuru buz kullanarak, büyük bir sabırla haftalar, hatta aylarca süren çalışmalarını sanat severlerle buluşturuyor.

Tatlı iştah

Tatlı iştah

Panik odası

Panik odası

Doğum günü

Doğum günü

image

Kırılan kalp

image

Son yemek

image

Benim kimyam

image

Diriliş

App 2 ile geri kazanılan güç

App 2 ile geri kazanılan güç

App 2 ile geri kazanılan güç

Her dönem kendi sanatını ve sanatçısını yetiştirir. Çağımızın değişim, gelişim ve gündelik yaşamdan etkilerini resim sanatında da her geçen gün biraz daha fazla görmekteyiz.

App2, pasta ve göç

App2, pasta ve göç

Saint Elizabeth College of Therese A. Maloney Sanat Galerisi’nde 30 Nisan 2014 de gerçekleşecek olan sergide; tablolar, heykeller, çizimler, fotoğraflar, karışık medya kolajları, videolar, gıda ve ritüelleri, ve toplumda farkındalık yaratmak adına birçok resim ve montaj yer almaktadır.

Fatih Üniversitesi “Bugün TV” Ziyareti

Fatih üniversitesi “markalı kariyer” dersleri bünyesinde “Kanaltürk” “Bugün TV” ve “Bugün” gazetesini ziyaret etme fırsatı bulduk.
Bize bu fırsatı sunan, başta Deniz hocamız “Deniz Ergürel” olmak üzere.

Bugün bulunduğu önemli noktayı muhabirlikten gelen sağlam bir altyapısının olmasına bağlayan. “Tarafsız habercilik” ilkesini benimseyen, haberlerin hem sunumunu hemde editörlüğünü üstlenen; Nitelikli haber sunma ve bulmanın inceliklerini dinlediğimiz “Turan görüryılmaz’a”

Bulunduğumuz süre boyunca bizimle yakından ilgilenen, 18 yıllık bilgi ve tecrübesini bize samimiyetle aktaran, mesleğin zorluk ve güzelliklerini harmanlayıp bizlere bilgi olarak sunan; Doğallığıyla, canlı yayında ve TV arkasında tanıma fırsatı bulduğumuz “Erkan Akkuş’a”

Öğle yemeği yerken, twitter başında yakalama fırsatı bulduğumuz; Gelişen ve değişen “Yeni medya” ve “sosyal ağ” ların önemi hakkında fikirlerini dinlediğimiz.
Küçük yaşlarda başlayan siyaset tutkusu’nun onu nasıl başarıya ulaştırdığının keyifli hikayesini dinlerken; bu yoğunluk içinde iş ve aile yaşamını nasıl dengede tutmak gerektiğinin ipuçlarını ve mesleğin gerekliliklerinden bilgiler edindiğimiz “Tarık Toros’a”

Sabır ve samimiyetleri ile sorularımızı cevaplayan yönetmen, koordinotör. Editör, yazı işleri müdürü, reji1, reji 2, reji 3 ve tüm “Bugün TV” çalışanlarına tekrardan Teşekkür ederiz.

          image

OSMANLI RESİM SANATI

Sanat, bireysel ve toplumsal kimliklerin ifade araçlarından biridir. Toplumsal değişim süreçlerinde bazı kimlikler ortadan kalkarken, yeni kimlikler ortaya çıkar. Osmanlılar, Selçuklulardan miras olarak minyatür sanatını da devralmışlardır. Yüzyıllar boyunca aşamalarla gelişimini sürdüren minyatür sanatının giderek resimleşmesinden söz edilebilse de, 19. yüzyıla kadar resim sanatının tam anlamıyla icra edilebildiğinden söz etmek imkansızdır. Batılılaşma sürecinde ; Resim sanatı minyatürün 18. yüzyılda eriştiği derinlik, ışık gibi resimsel kaygıları taşımaya başladığı aşamadaki altyapı üzerine kurulmuştur diyebiliriz. 19. yüzyılda Batı tarzı resim sanatının varlığı ve gelişmesi, Osmanlı hükümdarları ve devlet bürokrasisi tarafından Batılaşmanın en önemli göstergelerinden biri olarak kabul edilmiş ve desteklenmiştir. Ancak Bu değişim asla geleneksel Türk resminin yıkılarak, bunun yerine Batı modeli bir resim sanatının yer aldığı anlamını teşkil etmez. Türk resminin kendine has gelişmesi içinde Batı ikinci dereceden yan bir etken olmuştur. Şayet Türk resminin geleneksel doğacı ve gerçekçi eğilimleriyle şematik biçim oluşumları arasındaki ikiliksel bağ hesap edilirse, bu yüzyıl ancak bu dengenin nesnel bir dışa yönelişe doğru değişmesi ve bunda Batının da belli bir rol oynayışı diye açıklanabilir. Yani bu değişim, yine kendi gelişme sınırlarımız içinde gerçekleşmiştir. Sanatçı kişiliği ile tanınan III. Selim’in saltanat dönemi, Osmanlının kendini yenileme ihtiyacının bir arayışa ve uygulamaya dönüşmeye başladığı ilk dönem kabul edilebilir. Bu dönemde pek çok sanatçı, eski dönemlerle kıyaslanmayacak bir çoklukta Osmanlı topraklarına gelmeye başlamıştır. Bunlar arasında Melling, Hilair, Allom, Bartlett, Antoine de Favray, van Mour gibi sanatçılar İstanbul’un başlıca mesire yerlerini resimlemek amacıyla çalışmalar yapmışlar ve Boğaziçi Ressamları olarak isim yapmışlardır. Bunlar arasından Melling, Danimarka elçisinin aracılığıyla dönemin padişahı III. Selim’in kızkardeşi Hatice Sultan’ın hizmetine girmiş, 20 yıl boyunca İstanbul’da kalarak pek çok eser vermiştir.

Resim

J.B Hilair “1. Abdülhamid kütüphanesi” gravürü

Resim

J.B Hilair “Osmanlıda Bayramlaşma”

Resim

A.I Melling “Hatice Sultan Yalısı” gravürü

Resim

A.I Melling “Gemilerin İstanbula gelişi, Bend” gravürü.            

Resim

A.I Melling “Hatice Sultan Saray Salonu” gravürü

W. H. Bartlett "Üsküdar'dan Sarayburnu"

W. H. Bartlett ” Sarayburnu”

Resim

T. Allom “Denizden Tophane İskelesi”

Resim

T. Allom “Anadolu  hisarı”

J.B Vanmour " Sipahi"

J.B Vanmour ” Sipahi”

J.B Vanmour "yeniçeri"

J.B Vanmour “yeniçeri”

W. H. Bartlett "Kapalıçarşı - Silah Pazarı"

W. H. Bartlett “Kapalıçarşı – Silah Pazarı”

19. yüzyıla gelindiğinde, geçmiş yüzyılda başlamış olan batılılaşma hareketlerinin doğal sonucu olarak Fransız ve barok – rokoko etkileri hat safhaya ulaşmıştır. Bu sanat akımlarının ortaya çıkardığı görsel biçem, gelişiminin son evresinde olarak kabul edilen minyatür sanatı içinde yerini bulamamıştır. Bu yüzyıl boyunca dekoratif anlamda duvar resmi çalışmalarının da bir moda olarak sürekliliğini korumasıyla, batılı           anlamda resim sanatının Osmanlı’da tekrar doğduğundan bahsetmek abartı olmaz. Bu dönemde duvar resmi olarak çeşitli şehir manzaraları, peysajlar ve dekoratif kompozisyonlar oldukça yaygın resmedilmişlerdir. Bu gelişmelere önayak olan ve hatta körükleyen başlıca unsur da, sanat izleyicisi olan kitlelerin batılı, özellikle de Fransız yaşam tarzını benimseme eğilimleridir. Bununla birlikte Batı’da da birkaç akım bir arada Türk resim sanatına etki etmiştir. Oryantalist akım, batı sosyetesinde bir Osmanlı ve doğu motifleri kullanma merakı geliştirmiş, Romantizm ise daha çok sanatçının doğu topraklarını, özellikle Osmanlı ülkesini keşfetme merakını kamçılamıştır. Böylece, Avrupa’da moda olan Osmanlı ve doğu eğilimleri, sanatçıları Doğu’ya itmiştir. Böylece Osmanlı Saray ve ona yakın kesimlerinde bir resim merakının geliştiğine şüphe yoktur. III. Selim döneminin yenileşme hareketlerinin resim sanatını kökten etkileyen ön önemli hamlesi Mühendishane-i Berri Humayun’dur. Yeni teknik ve bilgilerle eğitilmiş uzman personel yetiştirmek amacıyla kurulan bir okul olan Mühendishane-i Berri Humayun 1793-94 yıllarında eğitime başlamıştır. Daha çok askeri amaçlarla resim teknikleri öğretilmekle beraber, bu örnek daha sonra Harbiye ve diğer askeri okullarda da uygulanmıştır. (Tıbbiye/1827, Harbiye/1834). Bu okullarda yetişmiş asker ressamlar olan Ferik İbrahim Paşa, Ferik Tevfik Paşa ve Hüsnü Yusuf gerçek anlamda resim sanatını ilk uygulayan ressamlardandır. Bu sanatçıların tarz olarak belirgin bir tarzlarının olmadığını da eklemek gerekir, ancak temel teşkil etmesi açısından oldukça önem taşırlar. II. Mahmut (1808- 1839) ve Abdülmecid (1839- 1861) gibi sanatsever ve yenilikçi padişahlar, bu sanatçıları destekleyerek, gelecek sanatçı kuşaklara da zemin hazırlamışlardır. Bu kuşak Türk resim sanatının başlangıcı kabul edilen üç büyük sanatçı ile anılır: Osman Hamdi Bey(d.1842), Şeker Ahmet Paşa (d.1841) ve Süleyman Seyyid (d.1842). Başlangıç olarak kabul edilmelerinin en önemli nedeni, belirli bir üslup geliştirmiş olmalarıdır. Sadece tuval üzerinde değil, yaşam tarzı ve projeleri ile de Türkiye’de sanatın genel altyapısı üzerine büyük etkileri olmuştur. Askeri eğitim almış olmalarına karşın, sivil değerleri geliştirme amacıyla Avrupa’da eğitimlerini sürdürme olanağına sahip olmuşlardır. Kendisi de resim meraklısı olan ve hatta resim yapan Sultan Abdülaziz, bu sanatçıların eğitimini ve dolayısıyla Türk resim sanatının gelişim çizgisini destekleyen en önemli şahsiyet olarak anılır. Hatta eğitimleri sürmekteyken Paris’te Mekteb-i Osmani’yi ziyaret eden padişah, Şeker Ahmet Paşa’yı bazı resimler seçerek satın almak konusunda bizzat görevlendirmiştir. 1857’de babası tarafından hukuk eğitimi almak üzere Paris’e yollanan ancak burada resme ilgi duyarak Boulanger ve Gerome’un atölyelerinde çalışan Osman Hamdi de bu ortamda yetişmiştir. Bu sanatçılar 1870 yıllarının başında ülkeye geri dönmüşlerdir. Klasik/ akademik tarzdaki resimlerinde manzara, natürmort ve ilk olarak figür resmine yer vermişlerdir. Şeker Ahmet manzara, Süleyman Seyyid natürmort ve Osman Hamdi figür resmi konusuna ağırlık vermişlerdir. Onların sanatsal üretimlerinin önemi tartışılamaz ancak gerçekleştirdikleri faaliyetler ve geleceğe dönük çabalar apayrı bir önem taşır. Şeker Ahmet Paşa, 1873 yılında İstanbul’da, Türkiye’deki ilk resim sergisini düzenlemiştir. Bunu, 1875’deki ikinci bir sergi izler. Aslen, daha önce münferit sergi etkinlikleri olmamış değildir ancak, Şeker Ahmet Paşa’nın sergi etkinlikleri kurumsallaşma eğiliminde olan çalışmalar olarak iz bırakmışlardır. 1900’de Pera’da açtığı kişisel serginin ardından 1901-3 yılları arasında İstanbul Sergileri’nin düzenlenmesine de öncülük etmiştir. Osman Hamdi Bey ise; diğer iki sanatçı gibi asker kökenli değildir. Resimlerinde diğerleri kadar ileri dönük bir alyapıya da sahip değildir. Ancak Türk resim sanatının gelişim çizgisinde büyük önem taşıyan figüratif yaklaşımı resimlerinde sergilemiştir. Kompozisyonlarında, doğu kültürünün altyapısını oluşturan değerleri sürekli işlemiş, üretici, tartışan ve düşünen figürleriyle Batı’ya Osmanlıyı anlatmaya çalışarak, felsefi bir altyapıyı izlemiştir. Bu tarz bazı sanat tarihçileri tarafından, Oryantalist akıma verilen bir cevap ve doğu – batı sentezi için sanatsal bir önerme olarak kabul edilmektedir. Osman Hamdi Bey’in sivil bir isim olarak Türk resim sanatına kattıkları sadece eserleri değildir. Sayısız sanatçı yetiştirmiş ve hala yetiştirmekte olan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi (Mimar Sinan Üniversitesi) onun projesi olarak kurulmuş (1883) ve yıllarca kendisinin müdürlüğü altında yönetilmiştir. İstanbul Arkeoloji Müzesi ise dünya çapında bir kurum olarak gene onun Türk sanat ve arkeoloji bilimine mirasıdır.

Resim

Şeker Ahmet “Mehtapta Yelkenli”

Resim

Şeker Ahmet “Orman ve geyik”.                                                                                                                                                                           

Şeker Ahmet ,naturmont

Şeker Ahmet ,naturmort.

Osman Hamdi Bey "Silah Tüccarı"

Osman Hamdi Bey “Silah Tüccarı”.

Osman Bey "Cami kapısındaki kadınlar "

Osman Hamdi Bey “Cami kapısındaki kadınlar “

Osman Hamdi Bey " şehzade türbesinde 2 kadın"

Osman Hamdi Bey ” şehzade türbesinde 2 kadın”